Son sezonlarında ilk tadı vermese de (başka bir yere evrilse de diyelim) Sherlock dizisini severim, oyuncularını da ayrıca severim hatta bir blog yazımda martin freeman‘dan da bahsetmiştim.
O dizinin baş rolünde ise ismini google’a bakmadan yazamadığımız oldukça yetenekli olan Benedict Cumberbatch yer alıyor.
Benedict abimiz, Sherlock projesinin dördüncü sezonu ile son olacağını (şimdilik) broadway gösterileri, dr strange ve sherlock derken çoluğuma çocuğuma vakit ayıramadığını söyleyip biraz dinlenmek istediğini söylemişti. Hatta Ya zaten senede 4 bölüm dizi çekiyorsunuz bunun da nesine yoruluyorsun hemşerim diye tepki gösterenler de olmuştu. (Ben de ilk üç gün bu tepkiyi destekledim)
Blog yazmaya çok vakit ayırdığım söylenemez, gerçi hiç bir şeye vakit ayıramaz hale geldim ve durum o kadar vahim bir hale geldi ki, planlarım tutmaz hedeflerim vurmaz oldu.
Projekod’u kurduğumda bir kaç ürün çıkarıp o ürünleri pazarlamaya çalışırım, aynı zamanda da out source işler ile kod geliştirip başka projelerin içerisinde de yer alırım (ekibi büyütüp vs) diye düşündüm.
Bunun böyle olmayacağını anlamam ortalama 6 senemi aldı.
Çoğrafyaların kader olduğunu düşünen bir insanım, yani italyada doğan bir çocuk ile danimarkada doğan bir çocuğun gelişiminin aynı olmayacağını düşünüyorum.
Mesela, Roma’da bir çocuk sokağa çıkıp gezmeye başladığında yüzlerce yıllık eserlerin arasından geçip, yine bir kaç medeniyet eskitmiş tarihi yapıların arasından geçerek gideceği yere giderken,
Suriye’de bir çocuk sokağa çıkıp gezmeye başladığında, daha bir kaç ay önce yerinde sapasağlam duran ama o gün bir bomba yada benzer bir tahrip ile yok edilmiş enkazların arasında gezerek gideceği yere gidiyor.
Bu şekilde büyüyen iki farklı çocuk mental olarak büyüdüğü coğrafyanın dinamiklerine uyum sağlayarak gelişiyor / gelişmiyor.
Yazılım sektöründe kendimizi dışa bağımlı olarak geliştirmek zorunda kalıyoruz, Hacker News, Designer News, Wired gibi sitelerden besleniyoruz, github projelerini okuyup, youtube üzerinden sektörümüz ile alakalı seminerleri vs takip ediyoruz. En azından ben böyle yapmaya gayret ediyorum.
Öğrendiğimiz bilgileri / yöntemleri ve sosyal olarak doğru davranışları gelip kendi ülkemizde uyguladığımızda yaşadığımız coğrafya uyuşmazlıklara neden olabiliyor.
Mesela en yakın haftadan bir örnek gösterecek olursak;
Yurt dışında maaşlar brüt ve yıllık olarak söylenir, siz ödeyeceğiniz vergileri kendiniz öderseniz ve elinize ne kalacağını bilirsiniz. Türkiye’de ise maaşlar aylık olarak net söylenir vergi ödemelerinizi (sigorta da dahil) işveren sizin adınıza yapar ve siz arkada neler döndüğünü bilmezsiniz. Bu yüzden bizim tarafta vergiler için “aman bana ne” denilirken yurt dışında en küçük bir zam yada oynama büyük tepkiler ile karşılanabiliyor.
Elimizde böyle bir maaş bilgisi varken, hali hazırda yurt dışında yaşayan birisi TR de yeni mezun mühendis maaşı net 5500TL olmalı dendiğinde TR deki iş verenler ister istemez yok artık ali sami diyor.
Aslında herkes kendi bulunduğu coğrafya için sonuna kadar haklı. TR de asgari ücretten biraz fazla işe aldığınız bir elemanın bugünkü toplam maliyeti 5500TL lira falan yapıyor zaten. Bir de 81 ilde yüzlerce üniversite açıp bu üniversitelerden The Wall klibindeki gibi seri üretim öğrenciler mezun ettiğinizde o mezun maalesef mühendis olmuyor zira mühendislik diploma ile ölçülebilecek bir kıstas değil. Fakat Türkiye’de böyle (hoop coğrafya)
2013 senesinden beridir tam anlamı ile profesyonel olarak iş görüşmeleri yapıyorum veya bu konuda danışmanlık veriyorum.
Onlarca iş görüşmesi yaptım yine onlarca personel / kişi ile çalıştım.
Üniversitede kullanmak için aldığı bilgisayarına bir kere bile bölümü ile alakalı tek bir araç kurmadan mühendislik bölümünden mezun olan “sözde” mühendislerin olduğu bir coğrafyada her şey düzgün bir tek maaş kötü, size az maaş vererek kendilerine son model araba alıyorlar (benim arabam 2005 model) diye yaygara koparmayı saçmalık olarak görüyorum.
Kendini geliştiren öğrenciler daha okul ilerlerken dışarıdan iş buluyor, github gibi sitelerde projelerin içine yer alıyor öyle yada böyle kendini geliştiriyor ve mezun olduğunda çok ama çok az acemilik çekerek hak ettiği maaşı veren yerlerde kendine yer bulmuş oluyor.
Zaten alaylılara takılan, sürekli diploması için kendini öven cenah, mezun olana kadar özel sektörde neler olup bittiğini merak etmeyen, mezuniyet sonrası için bir planı olmayan tipler.
Bir diğer taraftan;
Ülkemizin gelişmiş ve hakkaniyetli bir vergi düzeninin olduğunu söylemek çok güç, çünkü kazanandan değil harcama yapandan vergi alma üzerine kurulu bir yapı var.
Mesela 2013 senesinden bugüne kestiğim faturaların tüm vergilerini ödedim (0 vergi borcum var) fakat vergisini verdiğim faturaların tamamını tahsil edemedim, yani iş yapıp parasını alamadığım halde bunların vergisini ödedim. Tahsilat yapamamak, ajansın orospu çocuğu olanını bulmak vs benim beceriksizliğim olabilir ancak burada anlatmak istediğim devletin bu tarz konularda net ve keskin olduğu. Her yıl başında devlete borçlu olarak hesap açıyorsunuz.
Bir ekleme yapayım, buraya kadar öyle yada böyle sürekli kendimden örnek veriyorum çünkü kendi blogumda kendimle ilgili bir şey yazıyorum. Aradan cümle cımbızlayarak “hep kendinden örnek veriyorsun” demeyin.
Ez cümle 1 mayıs 2013 tarihinde başladığım Projekod macerasına 1 ocak 2019 itibari ile süresiz olarak ara vermiş bulunuyorum.
Neden ?
Bu kararı almama sebep olan en büyük madde maddi yoksunluk ve çıkmaza girme gibi bir durum değil 1 ocak 2017 itibari ile şirketin tek bir kuruş bile borcu yok (vergi, personel, iç piyasa, hosting ve domain firmaları vs vs)
Ana sebep yorulmuş olmam ve hayatımın önceki dönemine bir virgül koyup daha az stres yaşayacağımı düşündüğüm şekilde kariyerime yön vermek istememden kaynaklanıyor.
Geçtiğimiz bu süreçte;
Sonsuz bir döngü içerisine girip egomuz ve sorumluluklarımız arasında patinaj yaptığımı fark ettim. Özellikle son 1-2 yıldır daralan piyasada iş kovalamak, teklif vermek, işi teslim edebilmek, parasını alabilmek (faturasını müşterinin muhasebesine ulaştırabilmek) ve bu döngüyü sürekli olarak aktif olarak yapabilmek git gide zorlaşmaya başladı.
Kestiğiniz 100 liralık bir faturanın öyle yada böyle 60 lirasını bu çarpık ve adil olmayan vergi sistemine veriyor olmak. Kalan meblağ ile dükkan döndürmeye çalışmanın özellikle benim gibi legalite takıntısı olan birisi için çok ama çok yorucu olduğunu fark ettim.
Mesela bizde maaşlar ile yatan sigorta aynıdır bununla övünmeyi de sevmem zira olması gereken budur ama piyasa sigorta kavramından bi haber işçiler, sigorta parasından kar yapmayı esnaflık sanan tipler ile dolu.
Fatih İşbecer bir videosunda Firmalar battığını 6 ay sonra anlar gibi bir şey demişti, çok haklı. Şirket yönetmek geminin en arkasından gemi kullanmak gibi bir durum, yaptığınız müdahalelerin sonuçlarını hemen alamıyorsunuz.
Önünüze çıkabilecek engelleri önceden kestirip dümeni ona göre kullanmanız gerektiğinde ise bir süre yoruluyorsunuz.
Akşam “Çok Acil” ibareli bir mail ile sabah erkenden bitirilmesi gereken bir özellik (bug değil, feature istiyorlar) istendiğinde ve bunun için çalışıp o işi teslim ettiğinizde o gün ve sonraki günlerde o özelliğin hiç test edilmediğini görmek, faturasını kesip gönderdiğinizde o ajansın/müşterinin faturanızı ödememek için türlü gereksizlikler ve çiğliklere baş vurmasını görmenin beni yorduğunu fark ettim.
Ne istediğini bilmeyen müşterilerin yorgunluk sebebi olduğunu öğrendim,
Sürekli ve yüksek tempo ile çalışıp günün sonunda mental bir tatmin yaşamamanın insanı yorduğunu fark ettim.
Günün yarısını evrak ve kırtasiye işleri ile uğraştığımda günün kalanında verimli çalışamadığımı gördüm ve bu durumu düzeltemiyor olmanın beni çok yorduğunu fark ettim.
Serdar Kuzuloğlu MYK medyayı sattığında “Ofiste bornozum vardı bir insanın ofiste bornozu olmamalı, o yüzden uzaklaşmak ve satmak istedim ” gibi şeyler söylemişti, sanırım içinde bulunduğum durumu anlatan şey bu. İşim özel hayatımın da önüne geçince yorulduğumu hissettim.
4 yaşındaki oğlum ile daha fazla vakit geçirememenin verdiği üzündü ve kederi ise anlatacak kelimeleri buraya yazabilecek kabiliyette bile değilim.
Toparlayacak olursam,
So Long, and Thanks for All the Fish